10 Muharrem 1433. Dünya tarihinde “aşûra günü”ne ait çok sevindirici birçok hadise vardır ama gelin biz bu gün sadece Ehl-i Beyt’i analım ve Kerbelâ şehitlerinin yasını tutalım.
“Lâ fetâ illâ Alî, lâ seyfe illâ Zülfikâr"
“Ali’den başka yiğit, Zülfikar'dan başka kılıç yoktur.”
Bu gün 10 Muharrem 1433. Dünya tarihinde “aşûra günü”ne ait çok sevindirici birçok hadise vardır ama gelin biz bu gün sadece Ehl-i Beyt’i analım ve Kerbelâ
şehitlerinin yasını tutalım.
Ehl-i beyt: Allah Rasûlü (s)’in ev halkı.
“Ey Ehli Beyt, Allah sizden günahı, her türlü fenalığı ve kötülüğü gidermeyi, sizi kemâl üzere tertemiz kılmayı murâd ediyor.” (Ahzâb 33)
Bu âyetin nâzil olması üzerine Rasûlüllâh (s), Ehl-i beytini ashâbına takdîm ederken sırtındaki âbâsını elleriyle iki yana açmış, bir tarafındaki Hz. Ali’yi (r) ve
diğer tarafındaki Hz. Fatımâ’yı (r) ve onların önlerindeki Hz. Hasan (r) ile Hz. Hüseyin’i (r) o âbâ ile kuşatmış ve “işte benim Ehl-i beytim bunlardır” buyurmuştu.
Fitne ortaya çıktığında şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyeceklere: “Ehl-i beytime tâbi olanlar Nuh’un gemisine binenlerin tufandan kurtulduğu gibi
kurtuluşa ererler” buyurarak onların yollarını aydınlatmıştı.
“Ben sizlere iki ağır emanet bırakıyorum: Biri Allah'ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm , diğeri de Ehl-i beytimdir. Bunlara sarıldığınız sürece benden sonra asla
sapmazsınız.” buyurarak âdetâ ümmetinin “Ehl-i Beyt” ile imtihan edileceği îkazında bulunmuştu.
İşte bunlar gibi bir çok hadisi bizzat kaynağından dinleyen Ammar bin Yâsir, Mâlik bin Eşter gibi bazı sahabeler Rasûlüllâh (s)’in vefatından hemen sonra Hz. Ali’yi
her işinde örnek alarak hareket etmeye başlamış, ömürlerinin sonuna kadar da O’ndan hiç ayrılmamışlardı. Fakat diğer bir kısım ashâb da aradan geçen yılların
vermiş olduğu unutkanlıkla Ehl-i Beyt efrâdının sıradan birileri olduğu zehâbına kapılarak hareket etmişlerdi. Hz. Ebubekir’in ve Hz. Ömer’in hilâfet
dönemlerindeki başarıların arka planında “İlim şehrinin kapısı” olan Hz. Ali’nin yardımcılık vazifesini bizzat üstlenmesi vardı. Hz. Ali, Hz. Ömer’den sonra
kendisinin değil de Hz. Osman’ın halife seçilmesi üzerine yine Ümeyyeoğulları’ndan fırsat buldukça işlerin suhûletle halledilmesine gayret gösteriyordu.
Ümeyyeoğulları kendi kabilelerinden olan Hz. Osman’ın halîm – selîm bir idareci olmasını sûistimâl ederek fitnenin doğuşuna ortam hazırlamışlar, sonra da
âsîler gürûhuna karşı O’nu savunmaktan aciz kalmışlardı. Hz. Osman şehîd edilince ümmet içerisinde büyük bir buhrân baş göstermişti. Bu buhrânın sona
ermesi için ashâbın büyük kısmı Hz. Ali’ye halifeliği kabul etmesi hususunda baskı yapmışlar; O da bir takım şartlar ileri sürdükten sonra bu vazifeyi üstlenmişti.
İşte Ehl-i Beyt’in çilesi de bundan sonra başlayacaktı. Mukadderât, “Dünya mü’minin zindanı; kâfirin cennetidir” düstûru mûcebince tecellî edecek, îmânen en
üstün olanlar çilelerin en büyüklerine katlanacaklardı.
Ümeyyeoğulları’nın makama en düşkün olanı Muâviye bin Ebû Süfyan, Hz. Ali’nin halîfe olması durumunda kendisinin Şam valiliğini ve Bizans
imparatorlarınınkinden bile daha ihtişamlı olan Yeşil Saray’ını kaybedeceğini bildiğinden dolayı bir iftiraya müracaat ederek Hz. Ali’nin halifeliğini tanımadığını ilan
etmişti. Bahanesi: Gûyâ Hz. Osman’ın katillerini Hz. Ali muhafaza ediyor. Tabî bahane tatmin edici olunca taraftar bulması da kolay olmuştu. Kısa sürede içlerinde
Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in de bulunduğu çok önemli bir kitle Hz. Ali’nin halifeliğini tanımadığını ilan ederek savaş düzeni almıştı. “Ali’yi seven beni
sevmiştir O’na düşmanlık, bana düşmanlıktır O’nu inciten beni incitmiştir Beni inciten de Allah’ı incitmiş olur " hadisi unutulmuştu artık. Şer‘an kan talebinde
bulunma hakkı bile olmayanlar, Ümeyyeoğullarının oyununa gelerek meşrû halifeye kılıç çekiyorlardı. Gerçi, Cemel Savaşı esnasında yukarda adı geçen Hz.
Talha da Hz. Zübeyr de hatasını anlayarak âsîlerin safını terk etmişlerdi ama artık iş işten geçmişti. Hz. Ali’nin çilesi sadece karşısındakilerle mücadele etmekle
bitmiyor bir de taraftarları arasındaki basiretsiz insanlarla uğraşmak mecburiyetinde kalıyordu. Sıffin’de kesin bir galibiyet elde edilebilecekken Muâviye’nin akıl
hocası olan Amr bin el-As adındaki hîlebâz, işte bu basîretsizleri kandırmayı başarmış ve Kur’ân-ı Kerîm’i oyununa alet ederek savaşın neticesiz sona ermesini
sağlamıştı. Yine bir basiretsizlik örneğini de Hz. Ali’yi temsil eden hakem Ebu Mûsâ el- Eş’ârî göstererek Amr bin el-As’ın oyununa gelmiş, Hz. Ali’yi hilâfetten azl
ettiğini ilan etmişti. Yine de Hz. Ali’yi hiç kimse hariciler kadar rencide edememişti. Çünkü onlar bu hakem hadisesini öyle müfritâne yorumlamışlardı ki, hâşâ Hz.
Ali’yi de diğer taraflarla birlikte kâfir ilan etmişlerdi. Hâricîlerin Alevîlere olan düşmanlığı, tecavüzleri had safhaya ulaşınca Nehrevan Savaşı kaçınılmaz olmuş ve
oradan pek az hâricî hayatını kurtarabilmişti. İşte orada hayatını kurtaran hâricîlerden Abdurrahman ibni Mülcem, menfûr emeline ulaşmış ve Hz. Ali’yi namaz
kılarken sırtından hançerleyerek şehîd etmişti.
Muâviye hiç ummadığı bir zamanda en büyük rakîbinin saf dışı kalmasıyla tâ Hz. Osman döneminden beri yaptığı halîfelik hesaplarını daha da pekiştirmişti.
Hayalindeki makam uğruna – Ehl-i Beyt katliâmı dahil -yapamayacağı çılgınlık yoktu. Hz. Ali’den sonra ittifakla halife seçilen Hz. Hasan’ın üzerine büyük bir ordu
hazırlayıp harekete geçmişti. Hz. Hasan’ın da babası gibi çilesi ağırdı. Hem karşısındaki fitnecilerle hem kendi tarafındaki fitnecilerle mücadele etmek
mecburiyetindeydi. Nihayet Hz. Hasan, hem Müslümanlar arasında çok kanlı bir savaşın daha olmasını engellemek için, hem de Bizans İmparatoru’nun büyük bir
ordu ile İslam topraklarına doğru harekete geçtiğini haber aldığı için Muâviye ile bir antlaşma imzalayarak hilâfet makamından feragat etmişti. Böylece: "Bu
oğlum seyyiddir. Allah, O’nunla iki müslüman kitlenin arasını sulh edecektir” meâlindeki hadis de tecellî etmişti. Muâviye, Hz. Hasan’ın şu şartlarını kabul ederek
halife olmuştu: Kur’an hükümlerine bağlı kalacak, kendisinden sonra halifelik Ehl-i Beyt’e geçecek, Hz. Ali’ye küfür ve hakaret edilmesini yasaklayacak, Ehl-i
Beyt’in beytü’l-mâldeki haklarını koruyacak, Alevîlerin canlarına ve mallarına dokunmayacaktı.
Muâviye verdiği bu sözlerin hiçbirini yerine getirmemişti: Kur’ân hükümlerine bağlı kalsa işlerini bir kral gibi değil bir halife gibi istişâre ile yürütürdü. Onun istişare
ettiği yegâne isim çevirdiği fırıldaklarla meşhur Amr bin el-As idi. Hem kendisi hem de valileri her hutbeye çıkışlarında Hz. Ali’ye hakaretlerde bulunurlardı.
Muâviye, takvâsıyla tanınan sahabe Hucr bin Adiy ve onun 6 arkadaşının, sırf Kûfe valisi Ziyad’ın Hz. Ali’ye küfretmesine karşı çıktıkları için kafalarını kestirmişti.
Sahabelerin içinden hilâfet makamına layık onlarcası varken, Cennet gençlerinin efendileri bir kenarda dururken, Muâviye o makama asla yakışmayacak birini,
oğlu Yezid’i veliaht tayin etmişti. Yezid’e biat için önce ümmetin ileri gelenlerini parayla satın almaya kalkmış, bunda başarılı olamayınca da onları öldürmekle
tehdit ederek sessiz kalmalarını sağlamıştı.
Ümeyyeoğulları, saltanatları önünde en büyük engel olarak gördükleri Hz. Hasan’ı hanımlarından Ca'de binti el-Eş'as eliyle zehirleyerek şehit etmişler, onbinlerin
katıldığı cenazesine katılmadıkları gibi vasiyeti üzere dedesinin yanına defnedilmesine bile müsaade etmemişlerdi.
Müslümanların mühim bir kısmı Muâviye’den sonra işbaşına gelen Yezid’e kerhen de olsa biat etmişlerdi. Hz. Hüseyin Yezid’e biat etmemiş, “Sizden biriniz bir
münkeri (Allah’ın yasakladığını - bir kötülüğü) gördüğünde onu eliyle engellesin, buna gücü yetmiyorsa diliyle engellesin, buna da gücü yetmiyorsa bu münkere
ve onu işleyenlere kalbiyle buğz etsin ki, bu îmânın en zayıfıdır” hadisinin gereğini yerine getirerek kıyam etmişti. Babasını ve abisini yarı yolda bırakan
Kûfelilerin mektuplarına inanarak, orada halifeliğini ilan etmek üzere, ailesinden ve yakınlarından kendisine katılan 72 kişiyle Kûfe’ye doğru yola çıkmıştı. Bunu
haber alan Yezid, Kûfe valisi Ubeydullah bin Ziyad’ı, o da Ömer bin Sa’d’ı harekete geçirmişti. Cennetle müjdelenmiş sahabelerden Sa’d bin Ebî Vakkas’ın oğlu
olan Ömer bin Sa’d, Rey şehrine vali olmak için Ehl-i Beyt’in katili olmayı kabul ederek, 4000 kişilik bir orduyla yola çıkmıştı. Ömer bin Sa’d ordusuyla Kerbelâ’ya
gelmiş, Hz. Hüseyin ve beraberindekileri orada kuşatmış, onlardan Yezid’e biat etmelerini istemişti. Bu istek yerine gelinceye kadar ne Kûfe’ye gitmelerine, ne de
geri dönmelerine izin verilecek, hatta yanı başlarından akan Fırat’ın sularından içmeleri bile engellenecekti. Bu kuşatma ve aynı zamanda çekilen susuzluk 10
gün boyunca devam etmişti. Nihayetinde biat teklifi kabul edilmeyince vur emri gelmiş ve Yezid’in ordusu, vahşi hayvanlar gibi Ehl-i Beyt’in üzerine üşüşmüşlerdi.
O gün Hz. Hüseyin ve beraberindeki 70 kişi orada şehit edilmişlerdi. O gün dünya tarihinin en kara sayfası, en acı hatırası olarak kayıtlara geçmişti. O gün Allah
Rasûlü (s)’in ümmetine emanet bıraktığı Ehl-i Beyt, ümmeti tarafından param parça edilmişti.
Ogün 10 Muharrem 61 idi. Bu gün 10 Muharrem 1433. O günden bu güne mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun Ehl-i Beyt âşıkları bu acıyı hep yüreklerinde
hissettiler, Muâviye’nin ve Yezid’in adlarını nefretle anarken Ehl-i Beyt efradının isimlerini çocuklarına vererek hatıralarına sahip çıktılar. O günden bu güne
İslam’ı anlayış ve algılayış hususundaki farklardan dolayı ümmetin arasında derin çatlaklar oluştu. Ama Ehl-i Beyt’e muhabbet kendisini şiî - alevî olarak
tanımlayanlarda da sünnî olarak tanımlayanlarda da hiç eksilmedi. Ancak, İslam dünyasının ihtilaflarla meşgul olmasını, iç çatışmalarla boğuşmasını isteyen
güçler her zaman var oldu ve bu ayrımın sürekli derinleşmesine uğraştılar. 1362 yıldır alevîler sünnîleri yezidcilikle ve muâviyecilikle; sünnîler de alevîleri islamın
dışına taşmakla suçlayıp duruyorlar. Bu ihtilaf ortamı geçmişte de İslam düşmanlarının işine çok yaramıştı, bu gün de bu durumu kendi çıkarları için kullanmak
isteyen güçlerin sayısı çok fazla.
Şu bir hakikat ki bugün “BÜYÜK TÜRKİYE” gibi bir hedefimiz varsa, bunun için hem“Alevi-Sünni”, hem de “Türk-Kürt”, kamplaşmalarını sona erdirmeliyiz. Bunun
gerçekleşmesi önce önyargılarımızdan kurtulmakla, sonra da hep birlikte Ehl-i Beyt gemisine binmekle mümkün olacaktır. Dünya ve âhiret mutluluğu istiyorsak
hepimizin ortak paydası budur. Sünnîler bilmelidir ki alevîler İslam’ın dışında değildir; alevîler de bilmelidir ki sünnîler yezidci değildir. Önyargılardan
kurtulabilmemiz, kendimizi iyi anlatmakla ve karşımızdakini anlamaya çalışmakla mümkün olabilir ancak. Sünnîlerin öncelikle Muâviye’den bahsederken bir saygı
ve övme ifade eden “hazret” kelimesini kullanmakta niçin ısrar ettiklerini sorgulamaları gerekmektedir. Yine sünnîlerin, âdetâ psikolojik bastırma mekanizmasıyla
hareket ettiği izlenimi veren “onların kılıçları kana bulandı, biz dilimizi kana bulamayalım” gibi yaklaşımlarının, “Hz. Ali haklıydı ama Hz. Muâviye de haksız
değildi” gibi safsatalarının alevi kesimde sûi zanna sebep olduğunu bilmeleri gerekmektedir. Muâviye, tarihin kayıtlarına bir zalim olarak geçmiştir. “Allah zalimleri
sevmez”. “Zalimin methedildiği yere Allah gazap eder”. “Kişi sevdiğiyle beraberdir”. Kim mahşer günü Ehl-i Beyt ile beraber olmak dururken Muâviye ile ve
Yezid’le berâber olmayı tercih eder.
Alevilere gelince onlar da haklarındaki önyargıların yıkılmasına İslam’ın dışında olmadıklarını hissettirerek yardımcı olmalıdırlar. Mâdem Alevîliğin özü Ali
taraftarı olmaktır, kendimiz Hz. Ali’yi rehber edinerek yaşasak, hanımlarımıza kızlarımıza Hz. Fatıma’yı anlatsak, oğullarımıza Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i örnek
almalarını öğütlesek, yani bizim de ehlimiz “Ehl-i Beyt” gibi yaşasa fenamı olur. Siz hiç saz çalan bir Hz. Ali, semah dönen bir Hz. Fatma, ÇYDD faaliyetlerine
katılan bir Hz. Hasan, DHKP-C’ye üye bir Hz. Hüseyin hayal edebiliyor’musunuz?